UMUDU BEKLERKEN – 3

beklemek 3
“…en kıymetlim’e…”
Evimizin olduğu sokağın yokuşunu tırmanırken kapının önünde birilerini gördüm. Dört kişi vardı. Ayaktakiler aile büyüklerimizden iki kişi ve kuzenimdi. Konuşmadan sessizce duruyorlardı. O ise oturuyordu. Ben eve yaklaşırken diğer üçü içeri girmeye hazırlanıyordu. En kıymetlim ise kapının önündeki sandalyesinden kalkmadı onlar giderken.
Yokuş bittikten sonra merdivenleri de çıktım ve o deniz mavisi gözlerine baktım. Yanına gittim ve hiçbir şey söylemeden sarıldık sadece. O kadar sıkı sarıldık ki, dünya durdu sanki o an benim için. Uzun zamandır bu derece yoğun yaşamamıştım O’na olan hislerimi. Sarıldık uzun uzun. Gözlerimden süzülen yaşlar içimdeki yangını söndürmek içindi sanki. Tüm dertlerim o yaşlarla akıp gitti adeta ruhumdan. Bir nevi arınmaydı bu benim için. Belki de bizim için, bilemiyorum. Ve tabii ki bir vedaydı aynı zamanda. O’na veda ediyordum. Sonsuza doğru çıktığı yolculuğun öncesinde, son kez sarılıyordum. O’nun dünyaya gözlerini kapayarak başlattığı bu veda ne yazık ki benim gözlerimi açmamla son bulmuştu.
Günlerce süren uykusuzluğumun sonunda evin bir köşesinde uyuyakalmış ve dünya gözüyle O’na veda etmemin ardından rüyamda da son kez sarılabilmiştim. Şükretmeliydim belki de, çünkü uykudan uyanmanın verdiği sersemliğe ek olarak hissettiğim tek şey huzurdu. Bu huzurun O’nun kabrindeki ferahlığının bir yansıması olduğuna inanmak istiyordum. Huzura kavuştuğuna dair olan inancım tamdı, ve beni azıcık da olsa rahatlatan tek şey bu inancın varlığıydı.
Şu iki gün gerçekten çok hızlı geçmişti. Ne olup ne bittiğini doğru dürüst anlayamadan yaşanmış ve bitmişti. Şimdi ise evimdeydim. Ailecek hepimizin dünyasının orta yerinde açılan boşluğa alışmak için susuyorduk hep birlikte, sanki çare olacakmış gibi. Herkes kendi dünyasına dalmış gitmişken ben de geçen iki günü düşündüm, her anını tekrar yaşadım adeta.
Hastanede doktoruyla konuştuktan sonraki saatlerde durumu iyice kötüleşmişti. Kalbi durmuştu bir sefer, fakat yapılan müdahale ile geri döndürülebilmişti. Ama bilinci tamamen kaybolmuş, dış dünyayla olan iletişimi kapanmıştı. Yoğun bakım sorumlusu meslektaşımdan sadece bir dakika için izin alabilmiş ve ona son kez veda edebilme şansını elde edebilmiştim.
Yoğun bakımın kapısından girdiğimde kalp atışlarımı hissedebiliyordum. Hızlanmıştı iyice ve O’nu kaybetmenin korkusunu sonuna kadar yaşatıyordu bana. İçeri girdiğimde 8 numaralı yatağa yaklaşırken öğlen bıraktığım gibi değildi hiçbir şey. Öğlen yatak dikleştirilmişti ve O da oturuyordu, etrafı izliyordu. Şimdi ise yatağı tamamen yatırılmış, solunum cihazına bağlanmış, boğazındaki tüp sayesinde nefes alabiliyordu. İç çekmeleri başlamıştı artık, ölüme atılacak son bir adımı kalmıştı. Ne yazık ki bunun farkındaydım. Yaklaştım yatağına, izledim bir süre O’nu.
Sevdiklerinizi öperken koklamayın, ayrıldıktan sonra her aklınıza geldiğinde kokusu da gelir, hasretinden burnunuzun direği sızlar demişti birisi. Ben ise öyle yapmamıştım. Vefatından sadece dakikalar önce kokusunu içime çekerek öpmüştüm o ak saçlarını. Tüm benliğimde hissetmiştim kokusunu, her bir hücremle ayrılığın acısını yaşamıştım o an. Günlerdir verilen onlarca serumdan dolayı şişmiş olan elini de son kez öpmüş ve tekrar kavuşacağımız o güne kadar Allah’a emanet etmiştim O’nu.
Ağır adımlarla dışarı çıktığımda kapının hemen önünde nefesim daralmıştı. Ben de iç çekiyordum ağlamaktan, ama ölemiyordum. Ölümü hiç olmadığı kadar istememe rağmen o sırada Azrail başkası ile meşguldü ve sıra henüz bana gelmemişti. Bu acıyla yaşamaya mahkum bırakılmıştım.
Günlerdir bu anın geleceğini bilerek bir sürü senaryo kurmuştum kafamda. Ama hiçbiri bu anı yaşamanın verdiği hissin onda birini bile yaşatmamıştı. Şimdi olan olmuştu ve bundan sonra yapılacak bir şey yoktu. Tek tesellim O’nun acılarından, sıkıntılarından, hastalıklarından arınmış bir şekilde, seksen yıllık hayatının ardından belki de huzurlu ve mutlu olabileceği tek yere gitmiş olduğu düşüncesiydi. Bu düşüncenin varlığı sayesinde kalkabildim ayağa ve devam etmek zorunda olduğum hayata devam edebildim.
Hastaneden çıktıktan sonra yürüdüm bir süre. Gün yeni ağarıyordu. O’nsuz geçireceğim ilk gün. Hayatımın en anlamsız günü olacaktı. Herhangi bir şey yapmak istemiyordum. Sadece yürüdüm. Doğduğumdan beri yaşadığımız her anıyı bir bir hatırlamaya çalışarak yürüdüm saatlerce.
Daha küçücük bir bebekken benimle ilgilenmeye başlamıştı. Çocukluğum da yanında geçmişti. Yaşlarımız yakın olan kuzenlerimle birlikte O’nun yanında kalıyorduk gündüzleri çoğunlukla. Ben 12-13 yaşlarındayken ilk kez ciddi bir hastalığa yakalandı. Çoğu zamanını dinlenerek geçiriyordu o zamanlar. Ben de elimden geldiğince ilgilenmeye çalışıyordum hem O’nunla hem dedemle. Doktor olmaya da o yıllarda karar verdim sanırım. Küçük çocuk hayalleri vardır ya hani, iyi bir doktor olup önce yakınlarını iyileştirmek…öyle bir şeydi benimki de en başta. Gençlik yıllarımda da bu kararımın gereğini yaptım ve tıp fakültesine yerleştim. Fakülte sürecimde defalarca doktorlara gitmiştik birlikte, elimden geldiğince aldığı tedavileri takip etmiş ve ailenin diğer üyelerini de ona göre yönlendirmiştim zaman zaman. Şimdi fakülteyi bitirdim, yetişkinlik çağımın başındayım ve bu sefer O’na veda etmek zorundayım. Geride ne kadar güzel anılarımız kalmış olursa olsun artık ayrılık zamanıydı ve yapacak bir şey yoktu.
Hayatını çok düzgün bir şekilde yaşamış, eşi, çocukları ve torunları için birçok sıkıntıya göğüs germiş, güçlü bir kadındı O. Kendisi düzgün bir eğitim alamamıştı, ama yetiştirdiği insanlar son derece güzel yerlere gelmiş, eğitimli olmanın gururunu kendisine yaşatmışlardı. O kadar güzel işler yaptı ve öyle güzel insanlar yetiştirdi ki kendisi de tüm güzelliklerin en iyisini hak etmişti. Dünya hayatı gençken maddi zorluklar nedeniyle, yaşlanınca da sağlık sorunlarından dolayı zor geçmişti. Bedeni de ruhu da çok yorulmuştu ve artık gerçek manada dinlenme zamanı gelmişti. Belki de ebedi huzura erişebileceği tek yere uğurlamıştım O’nu artık. Kendi adıma tekrar görüşemeyecek olmanın hüznü içimi dağlasa da O’nun adına sevinmem gerektiğinin farkındaydım. Bunu yapacak gücü kendimde bulabilmek şu anki tek isteğimdi.
Düşüncelere dalmış yürürken eve varmıştım sonunda. Hastanedeyken evdekilere haber vermiştim ve nerdeyse tüm kardeşler toplanmıştı. Koskocaman bir boşluk evin orta yerine çökmüştü. Aile büyüklerimizden birini kaybetmenin hüznü hepimizin ortak hissiydi. Sarıldık teker teker, biraz ağlaştık. Aralarında en şanslı olan bendim belki de. O’nu son kez gören, O’nunla son kez konuşan bendim. Vefatından saatler önce aramızda geçen konuşmayı anlattım. Her zaman muzip kişiliğiyle bizi güldüren o güzel insan, son kez tebessüm ettirmişti bize böylece.
Ailenin doktoru olarak insanları bilgilendirme ve rahatlatma görevi de benim omzumdaydı. Son günlerini yoğun bakımda geçirmiş olmasının O’nun için ne kadar iyi olduğunu bir kez daha tekrarladım. Çünkü bir hocamın da dediği gibi, yoğun bakımın ölümün en lüks şekillerinden biri olduğuna ben de inanıyordum. Bizim sağlayamayacağımız imkanlar sayesinde hem daha rahat nefes alabilmiş hem ağrılarından kurtulabilmişti orada çünkü. İyi olması için gereken tüm müdahaleler anında yapılmış ve son anına kadar en güzel şartlarda ağırlanmıştı.
Yanımızda olmadığı için duyduğumuz özlem ve hüzün elbette ki çok büyüktü. Ama bizim yanımızda olup da yılların yüklemiş olduğu onca ağırlığın altında ezilmesini istemeye hakkımız yoktu. Bunu istemek bencillikten başka bir şey olmazdı. Yine de insan olarak ister istemez hislerimize yenik düşebiliyorduk. Mantığımız tersini destekliyor olsa bile ara ara üzülmek ve ağlamak ölümle karşılaşan her fani için kaçınılmaz sayılabilirdi.
O’nun için yapabileceğimiz son görevi de yerine getirmiştik. Şimdi mezarı başındaydım, geriye kalan sadece bir avuç toprak ve bir mezar taşıydı. Her birimizden geriye kalacak olan da bundan farklı bir şey olmayacaktı. Hepimiz doğmuştuk ve hepimiz ölecektik. Dünya adına bugün ne yaşıyorsak olalım, ister zevk sefa içinde bir hayat sürüyor olalım ister acılarla dolu günler geçiriyor olalım. Son durağımız, sonsuzluğun ilk durağı olan mezarlarımız olacaktı.
Tefekkür için en uygun mekanlardan biri olan mezarlıktan çıkarken, yine dünya derdine dalmış ve kaybolmuş bir insan olacağımı bilmenin sıkıntısı çöküyordu üzerime yavaş yavaş. Burada yatan yüzlerce insan da bir zamanlar hiç ölmeyecekmiş gibi koşturdu durdu dünya içinde, ama kaçınılmaz gerçek çoğunu hiç beklemediği bir anda içine aldı, dünyaya dair her şeylerini yarıda bıraktırarak buraya getirdi. Benim sonum da farklı olmayacaktı.
Geçmiş geçmişti, gelecek ise henüz gelmemişti. O yüzden var olan, ve önemli olan tek zaman da “şimdiydi.” Paulo Coelho’nun Simyacı’sında dediği gibi; bugün, bir gün bir anıdan başka bir şey olmayacaktı. Geleceğe güzel anılar bırakabilmek için şimdi’ler güzel yaşanmalıydı. Dolu dolu geçirilmeli ve hayatın noktalanacağı gün geldiğinde, tüm yaşananlar film şeridi gibi gözümüzün önünden akıp giderken “iyi ki” diyebilmeliydi insan. Çünkü hayat “keşke”ler için, pişmanlıklar için gerçekten çok kısaydı.
“Mutlu olmak istiyorsanız bir amaca bağlanın, eşyalara ya da kişilere değil.” demiş Einstein.
Bir amaç uğruna yaşayarak, gelecek için güzel anılar biriktirebileceğimiz bir hayat temennisiyle….vesselam.