UMUDU BEKLERKEN – 2
“…en kıymetlim’e…”
Telefonun çalmasıyla gözlerimi açtım. Bu geceki nöbetimde telefonun beni uyutmayacağını artık anlamıştım. Arayanın acilden ya da yoğun bakımdan olmamasını umarak kaldırdım ahizeyi.
Umduğum gibi olmamıştı. Arayan yoğun bakımdı ve bir hasta kötüleşmişti. Bugün öğlen saatlerinde gördüğüm ve genel durumu iyi, bilinci açık olan, yakınlarıyla ve benimle güzelce konuşabilen hastalardan birinin genel durumu kötüleşmiş bilinci kapanmıştı ve hasta spontan solunumunu artık sağlayamadığı için entübe edilmişti. Bu durumda da Nöroloji konsültasyonu için, daha doğrusu bir hastanın daha ölüme ne kadar yakın olduğunu söylemek için çağrılmıştım.
Yüzümü yıkayıp kendime gelmeye başladıktan sonra odadan çıktım ve kapıyı kilitledim. Aynı zamanda servis sorumlu hekimi olduğum için koridorda birkaç hastayla ayaküstü birkaç cümle konuştuktan sonra merdivenlerden inmeye başladım. Yoğun bakımdaki hastanın yakınlarıyla öğlen görüşmüştüm ve beni şimdi de görürlerse yine soru yağmuruna tutacaklardı. Halbuki söylenenler dışında benim de hastayla ilgili pek bir bilgim yoktu. Neyse ki hastanın doktor olan yakınını gördüğümde koltuklardan birinde uyukluyordu ve beni görmeden yoğun bakımın kapısına ulaştım.
Asistanlıktaki dördüncü yılımın sonlarında her ne kadar işimin bu olduğunu artık kabullensem de insanların hayatlarıyla ilgili yargılara varma kısmına hala alışamamıştım. Belki de bir hastanın daha Azrail’le buluşma zamanının yaklaştığını, yapılacak çok fazla bir şey olmadığını söylemeyi hiç istemiyordum. Ama öyle ya da böyle bunu birisinin yapması gerekiyordu. Ve şu an için de o kişi bendim. Kendimi ve içinde bulunduğum durumu düşünmeyi bırakarak yoğun bakımın kapısından içeri girdim.
Yine aynı koku, yine aynı sesler, yine aynı manzara. Tıp fakültesi dördüncü sınıfta ilk stajımdayken, ilk kez yoğun bakıma girdiğim gün geldi aklıma yine. Her seferinde de gelirdi. Üç yıllık teorik eğitimin ardından klinik pratiğe yeni yeni alışıyordum ve insanların bir çoğunun ölüme oldukça yakın olduğu yer olan yoğun bakımı ilk kez tecrübe ediyordum. Her tarafta belki de son yataklarında yatan hastalar, kiminin kapalı gözlerine karşın kiminin anlamsızca etrafı izleyişi, damarlarından hücrelerine nüfuz eden serumlar, ilaçlar ve her birinin bağlı olduğu makinelerden sabit bir şekilde gelen ses. Gerçekten çok etkilenmiştim ve söyleyecek bir söz bulamamıştım. Şimdi ise yine bir yoğun bakımdaydım ve bir hastayla ilgili yapılacak belki de son şeyler hakkında son sözü söyleyecek olan kişi bendim.
Yoğun bakım sorumlu hekiminden gerekli bilgileri aldıktan sonra 8 numaralı yatakta yatan hastanın başına gittim. 80 yaşında bayan hasta, yaklaşık 15 yıldır hipertansiyonu 20 yıldır diyabeti, son üç yıldır da kalp yetmezliği mevcut. Son iki yılda böbrekleri diyabete bağlı olarak gittikçe kötüleşmiş ve üç gün önce genel durum bozukluğu nedeniyle hastaneye, yoğun bakıma kaldırılmıştı.
Böbreklerdeki hasar nedeniyle idrar çıkışının azalmasından dolayı bacaklarda ve ayaklarda yaygın ödemi vardı. Karında kalp yetmezliğine bağlı olabilecek yaygın asit mevcuttu ve ama son yapılan tetkiklerde karaciğeri de oldukça kötü durumdaydı. İlk iki gün tedaviye çok olumlu yanıt vermemesine rağmen bugünkü tahlillerde karaciğer enzimleri normal sınırlara gelmiş, biraz toparlamıştı. Fakat böbrekler iflasın eşiğindeydi ve artık diyaliz ihtiyacı doğmuş gibiydi. Fakat hasta diyalizi kaldırabilecek durumda da değildi. Bugün yoğun bakıma farklı bir hasta için geldiğimde ara ara olan konuşma bozukluğu şikayeti nedeniyle bu hastayla da ilgilenmiştim. Muhtemelen karaciğerin beyni de yavaş yavaş etkilemesi sonucu oluyordu bu konuşma bozukluğu. Ama nörolojik muayenesinde çok ciddi bir sıkıntısı yoktu.
Fakat şu an hastanın bilinci kapalıydı. Kan değerlerine baktığımda durumu pek de iç açıcı gözükmüyordu. Kandaki asit oranı normalin oldukça üstüne çıkmıştı ve kanındaki oksijen oranı her geçen saat biraz daha azalmıştı. Normalde %95 üstü olması gerekirken şimdi %65-70 civarıydı. Kalp yetmezliğine bağlı gelişen akciğer ödemi nedeniyle hastanın solunum sıkıntısı gittikçe daha da ağırlaşıyordu. Nörolojik muayenesini yaptığımda gözlerdeki ışık refleksi her iki gözde de mevcuttu. Yani hasar şimdilik beyin sapını tam olarak etkilememişti, beyin hayati faaliyetlerini kendisi yönetebiliyordu. Glaskow Koma Skalası’na baktığımda hastanın bilinci kapalıydı, sözel uyaranlara cevap vermiyordu. Ağrılı uyaranla gözlerini açmıyordu. Kol ve bacaklarını da yine ağrılı uyaranla hafif hareket ettirebiliyordu. Skoru 4-5 gibiydi ve solunum sıkıntısından dolayı ne yazık ki hastanın çok fazla zamanı yoktu. İdrar söktürücü tedaviye rağmen kalp yetmezliği oldukça şiddetli olduğu için yeterli dolaşım sağlanamıyor ve akciğerdeki ödem gitgide ağırlaşıyordu. Ve bu noktadan sonra ne yazık ki beklemekten başka yapılabilecek pek bir şey yoktu.
İşte yine olmuştu. Yine bir insanın ölümünü bekleme anına şahit olmuştum. Ne yazık ki doktorlar olarak ölümün normal bir süreç olduğunu benimsemek şaşırtmıyor bir yerden sonra. Belki de “ne yazık ki” yerine “iyi ki” demem lazım. Bir yandan işimiz gereği bunu içselleştirmememiz gerekiyor, diğer yandan da insani değerlerimiz ölümü, bu kadar basite indirgememize izin vermiyordu. Ama ne olursa olsun, ne kadar alışmış olursak olalım. Orada yatan kişi kendi yakınımız olduğunda tüm mesleki tecrübeler de, hastaya objektif bir şekilde yaklaşma çabaları da çaresiz kalıyordu. O an biz hekim olsak da, başka bir hekime güvenmekten başka bir seçeneğimiz olamıyordu.
Yoğun bakımdan çıktığımda hasta yakınını uyanık gördüm uzaktan. Bu hasta yakını da doktordu. Ve dediğim gibi şu an hastasını bize emanet etmiş ve çaresiz bir şekilde bekliyordu. Gözlerini bir noktada sabitlemiş ve düşüncelere dalmıştı. Beni gördü o da. Ayağa kalkmakla kalkmamak arasında gidip geldikten sonra meraklı gözlerle ayağa kalkmıştı. Ve ben de ona doğru yürümeye devam ettim…